sayfalar

24 Şubat 2012 Cuma

Hümanizmin Perde Arkası


Hümanizm" kavramı çoğu insanın aklında olumlu mesajlar çağrıştırır. "İnsan sevgisi", "barış", "kardeşlik" gibi. Ancak felsefi anlamda hümanizmin daha da önemli bir anlamı vardır: Hümanizm, "insanlık" kavramını, insanların yegane amaç ve odak noktası haline getiren bir düşüncedir. Bir başka deyişle, insanı, Yaratıcımız olan Allah'tan yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırır. 

Hümanizmin bu anlamı, özellikle de kelimenin Batı dillerindeki kullanımında belirgindir. Hümanizmin İngilizce'deki sözlük anlamı şu şekildedir:


En iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de, insanlarda olduğuna inanan düşünce sistemi.29
Hümanizmin en açık tarifini ise, bu felsefeye inananlar yapmıştır. Günümüzün önde gelen hümanist sözcülerinden biri olan Corliss Lamont, The Philosophy of Humanism (Hümanizm Felsefesi) adlı kitabında şöyle yazar:

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil madde-enerjidir... (Hümanizme göre) Doğaüstü varlıklar gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde,evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur.30
Görüldüğü gibi, hümanizmin temeli doğrudan ateizme dayanmaktadır.

Bu gerçek, hümanistler tarafından da açıkça kabul edilir. Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanan iki önemli "manifesto" yani beyanname vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin bazı ünlü isimleri tarafından imzalanmıştır. 

40 yıl sonra, 1973'te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyid etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. II. Hümanist Manifesto'yu imzalayan binlerce düşünür, bilim adamı, yazar, medya üyesi vardır ve bu doküman hala son derece aktif olan American Humanist Association (Amerikan Hümanist Birliği) tarafından savunulmaktadır.

Manifestoları incelediğimizde, her ikisinde de en temel görüşün; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi, bilinen ateist dogma ve propagandalar olduğu görülür. Örneğin                           I. Hümanist Manifesto'nun ilk altı maddesi şu şekildedir:
Biz aşağıdaki görüşleri ilan ediyoruz:

BİR: Dinsel hümanistler, evrenin kendi başına var olduğunu ve yaratılmadığını kabul ederler.
İKİ: Hümanizm, insanın doğanın bir parçası olduğuna ve sürekli bir işlemin (sürecin) sonucunda oluştuğuna inanır.
ÜÇ: Hayat hakkında organik görüşü kabul eden hümanistler, zihin ve beden arasındaki geleneksel dualizmi reddederler.

DÖRT: Hümanizm, insanın kültür ve medeniyetinin, antropoloji ve tarih tarafından açıkça tanımlandığı gibi, insanın doğal ortamıyla ve sosyal birikimiyle olan ilişkisinden kaynaklanan kademeli bir gelişimin ürünü olduğunu kabul eder. Belirli bir kültür içinde doğan birey, büyük ölçüde o kültür tarafından şekillendirilir.
BEŞ: Hümanizm ileri sürer ki, evrenin modern bilim tarafından tanımlanan doğası, insan değerlerine ait herhangi bir doğaüstü ve kozmik garantiyi kabul edilemez hale getirir...

ALTI: Bizim kanaatimiz gelmiştir ki, teizm, deizm, modernizm ve çeşitli "yeni düşünce"lerin zamanı geçmiştir.31

Yukarıdaki maddeler, materyalizm, Darwinizm, ateizm ve agnostisizm gibi isimler altında ortaya çıkan ortak bir felsefenin ifadeleridir. İlk maddede "evren sonsuzdan beri vardır" şeklindeki materyalist dogma öne sürülmektedir. İkinci madde, insanın, evrim teorisinin öne sürdüğü gibi, yani yaratılmadan var olduğu iddiasıdır. Üçüncü maddede, insan ruhunun varlığı reddedilmekte, insanın maddeden ibaret olduğu iddia edilmektedir. Dördüncü maddede "kültürel evrim" iddiası öne sürülmekte ve insanın "fıtratının" (yaratılıştan gelen özelliklerinin) varlığı reddedilmektedir. Beşinci madde, Allah'ın evren ve insan üzerindeki hakimiyetini reddetmektedir. Altıncı madde ise, "Teizm"in, yani Allah inancının terk edilmesi gerektiğini, bunun "zamanın gereği" olduğunu savunmaktadır.

Dikkat edilirse bu iddialar, hak dinlere düşman olan çevreleri hemen her zaman kullandıkları basmakalıp söylemlerin bir toplamı niteliğindedir. Bunun nedeni, hümanizmin, din düşmanlığının temel çatısını oluşturmasıdır. Çünkü hümanizm, Allah'ı inkarın tarih boyunca en büyük çıkış noktası olan "insanın kendini başıboş ve sorumsuz sanması" aldanışının bir ifadesidir. Allah bu konuda Kuran'da şöyle buyurur:

İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?
Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi?
Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'
Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.
(Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)

Allah insana "kendi başına ve sorumsuz" olmadığını bildirmekte ve bunun hemen ardından ona kendi yaratılışını hatırlatmaktadır. Çünkü insan, kendisini Allah'ın yaratmış olduğunu kavradığında, "başıboş" olmadığını, Allah'a karşı sorumlu olduğunu da anlayacaktır.
İşte bu nedenle hümanizm, insanın "yaratılmamış" olduğu iddiasını, felsefesinin temel doktrini haline getirmiştir. 

I. Hümanist Manifesto'nun ilk iki maddesi, doğrudan bu doktrini ifade eder. Hümanistler bu iddialarında bilimin kendilerini desteklediği iddiasındadırlar.

Oysa yanılmaktadırlar. I. Hümanist Manifesto'nun yayınlanmasından bu yana, bu felsefenin hümanistlerce "bilimsel gerçek" gibi gösterilen iki dayanağı (yani sonsuzdan beri var olan evren fikri ve evrim teorisi) doğrudan bilimin kendisi tarafından çürütülmüştür:

1) Sonsuzdan beri var olan (yani yaratılmamış) evren fikri, I. Hümanist Manifesto'nun yazıldığı yıllarda başlayan bir dizi astronomik ve fiziksel bulgu ile çürümüştür

Evrenin genişmesi, kozmik fon radyasyonu, hidrojen-helyum oranının hesaplanması gibi gelişmeler, evrenin bir başlangıcı olduğunu ve yaklaşık 15-17 milyar yıl önce "Büyük Patlama" (Big Bang) adı verilen dev bir patlama ile yoktan var edildiğini göstermiştir. 

Big Bang teorisi, hümanist ve materyalist felsefelerin bağlıları tarafından uzun süre kabul edilmese de, sonuçta onları da ikna edecek şekilde galip gelmiştir. Günümüzde, ortaya çıkan bilimsel kanıtlar nedeniyle, bilim dünyası "evrenin yaratılışı" anlamına gelen Big Bang'i kabul etmektedir ve bu, hümanistleri çıkmaza sokmaktadır. Ateist düşünür Anthony Flew'un ifadesiyle, "Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını."32 

I. Hümanist Manifesto'nun en büyük bilimsel dayanağı konumundaki evrim teorisi de yine Manifesto'nun kaleme alınmasından sonraki on yıllar içinde bilimsel olarak büyük bir çöküş yaşamıştır

Hayatın kökeni hakkında 1930'larda Oparin ve Haldane gibi ateist (ve kuşkusuz hümanist) evrimciler tarafından ortaya atılan senaryoların hiçbir bilimsel niteliği olmadığı, canlılığın bu senaryolarda ileri sürüldüğü gibi cansız maddeden kendi kendine doğamayacağı bugün anlaşılmış durumdadır. Fosil kayıtları, canlıların bir evrim süreci içinde oluşmadıklarını, farklı yapılarıyla yeryüzünde aniden belirdiklerini göstermektedir ve bu gerçek 70'li yıllardan bu yana bizzat evrimci paleontologlar tarafından açıkça itiraf edilmektedir. Modern biyoloji, canlıların evrim teorisinin öne sürdüğü gibi doğa kanunlarının ve rastlantıların ürünü olmadıklarını, her organizmada yaratılışı kanıtlayan "bilinçli tasarım" örnekleri bulunduğunu göstermektedir.      

                                  I. Hümanist Manifesto'nun insanlığı geride bırakan veya çatışmaya sürükleyen etkenin dini inançlar olduğu şeklindeki çarpık iddiası da, tarihsel tecrübelerle çürümüştür. Hümanistler, dini inançlar ortadan kaldırıldığında insanlığın mutluluk ve huzur bulacağını öne sürmüşler, oysa bunun tam aksi yaşanmıştır. I. Hümanist Manifesto'nun yayınlanmasından 6 yıl sonra patlak veren II. Dünya Savaşı, tamamen din-dışı bir ideoloji olan faşizmin insanlığa getirdiği felaketlerin belgesidir. Hümanist bir ideoloji olan komünizm, önce Sovyetler Birliği'nde, ardından da Çin, Kamboçya, Vietnam, Kuzey Kore, Küba ve çeşitli Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde insanlığa eşi benzeri görülmemiş bir vahşet yaşatmış, toplam 120 milyon insanın hayatına mal olmuştur. Batı tipi hümanizmin (kapitalist sistemlerin) de kendi toplumlarına ve dünyanın diğer bölgelerine barış ve mutluluk getiremediği açıktır.


Kısacası hümanizmin hem bilimsel dayanakları çürüktür hem de vaatleri boştur. Ama bunların ortaya çıkmasına rağmen, Hümanistler felsefelerinden vazgeçmemişler, dahası bunu kitle propagandası yöntemleriyle tüm dünyaya yaymaya çalışmışlardır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, bilim, felsefe, müzik, edebiyat, resim, sinema gibi alanlarda yoğun bir hümanist propaganda dikkati çeker. Hümanist ideologların ürettikleri içi boş ama süslü mesajlar, kitlelere ısrarla empoze edilmiştir. Tüm zamanların en popüler müzik grubu olarak kabul edilen Beatles'ın solisti John Lennon'ın ünlü "Imagine" (Hayal Et) adlı şarkısının sözleri, bu konuda dikkat çekici bir örnektir:                                                                                                                                Hayal et ki, hiçbir cennet yok
Eğer denersen kolaydır bu,
Altımızda bir cehennem yok,
Üzerimizde sadece gökyüzü var
Hayal et ki, tüm insanlar
Bugün için yaşıyorlar...
Hayal et ki hiçbir ülke yok
Bunu yapmak zor değil
Öldürecek ya da uğrunda ölecek bir şey yok
Ve hiçbir din de yok...
Benim bir hayalperest olduğumu söylebilirsin
Ama tek başıma değilim
Umarım bir gün sen de bize katılırsın
Ve tüm dünya tek olur.

Bu şarkı 1999 yılında yapılan çeşitli "yüzyılın şarkısı" yarışmalarının çoğunda birinci seçilmiştir. Bilimsel ve akılcı temelleri bulunmayan hümanizmin, kitlelere duygusallık yöntemiyle nasıl empoze edildiğinin ilginç bir göstergesidir bu durum. Dine ve dinin insanlara öğrettiği gerçeklere karşı hiçbir akılcı itiraz getiremeyen hümanizm, ancak bu gibi duygusal telkinlerle etkili olmaya çalışmaktadır.

1933 yılında yayınlanan I. Hümanist Manifesto'nun vaatlerinin boş çıkmasının üzerine, aradan 40 yıl geçtikten sonra, hümanistler ikinci bir metin kaleme aldılar. II. Hümanist Manifesto olarak bilinen bu metnin başlangıcında, hümanist vaatlerin boşa çıkmış olmasına bir açıklama getirilmeye çalışılıyordu. Bu açıklama son derece zayıf kalmasına rağmen, yine de hümanistlerin felsefelerine bağlılıkta direndikleri, dahası kendine fazlasıyla güvenen bir üslup kullandıkları dikkat çekiyordu.

Manifesto'nun en belirgin özelliği ise, 1933 yılındaki ilk manifestonun din aleyhtarı çizgisini aynen korumasıydı:

1933'te olduğu gibi, hümanistler hala, geleneksel teizmin, özellikle de duaları işiten, insanları dikkate alan ve dualarına cevap veren Tanrı inancının, kanıtsız ve zamanı geçmiş bir inanç olduğu düşüncesindedirler... Vahiy, Tanrı, ibadet veya inanç kavramlarını insan ihtiyaçlarının veya tecrübelerinin üzerine çıkaran geleneksel, dogmatik veya otoriter dinlerin, insan türüne zarar verdiğine inanıyoruz... Teist olmayanlar olarak, Tanrı'yla değil insanla, kutsallıkla değil doğayla işe başlıyoruz.

Bunlar son derece yüzeysel izahlardır. Dini anlamak için derin bir akıl ve kavrayış gerekir. Bunların başlangıç noktası ise, samimiyet ve ön yargıdan uzak olmaktır. Hümanizm ise, ilk baştan dine ve Allah'a karşı çıkan insanların, bu ön yargılarını akılcı ve bilimsel gibi gösterebilme çabasından başka bir şey değildir. Hümanistlerin, Allah inancını ve İlahi dinleri "kanıtsız ve zamanı geçmiş inançlar" olarak tarif etmeye çalışmaları ise, aslında yeni bir fikir değil, binlerce yıldır inkarcılar tarafından ileri sürülen bir iddianın tekrarıdır. Allah Kuran'da bu inkarcı düşünceyi şöyle bildirir:

Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.
Şüphesiz Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez.
Onlara "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları" dediler.                     (Nahl Suresi, 22-24)

Ayetlerde, inkarcıların din için hep "eskilerin masalları" dedikleri ve bu inkarın gerçek nedeninin kalplerindeki büyüklenme hissi (kibir) olduğunu haber vermektedir. "Hümanizm" denilen felsefe ise, ayette tarif edilen bu inkarcı düşüncenin sadece bu çağa ait bir tanımıdır. Bir başka deyişle hümanizm, bu felsefenin bağlılarının iddia ettiği gibi "yeni" bir düşünce değil, tarihin eski dönemlerinden beri inkarcıların "dünya görüşü" olmuş olan köhne bir yanılgıdır.

Nitekim hümanizmin Avrupa tarihindeki seyrini incelediğimizde, bu konuda çok somut gerçekler ortaya çıkmaktadır.

HÜMANİZMİN KABALİSTİK KÖKENLERİ

Kabala'nın, Allah'ın İsrailoğulları'na verdiği hak dinin içine giren, onu dejenere eden ve asıl kökenleri Eski Mısır'a uzanan bir öğreti olduğunu incelemiştik. Bu öğretinin temelinde ise, insanı "yaratılmamış, sonsuzdan beri var olan ilahi bir varlık" olarak gören sapkın bir anlayış yattığını görmüştük.

İşte Avrupa'ya hümanizm bu kaynaktan girdi. Hıristiyanlık inancında Allah'ın varlığına ve tüm insanların O'nun yarattığı aciz kullar olduğuna iman esastı. Ancak Tapınakçı geleneğin Avrupa'da yayılmasıyla birlikte, Kabala bazı düşünürleri cezbetmeye başladı. Böylece 15. yüzyılda Avrupa fikir dünyasına damgasını vuran hümanizm akımı başladı.
Hümanizm ile Kabala arasındaki bu bağlantı, tarihsel olguların perde arkasını araştıran pek çok kaynakta vurgulanır. Bu kaynaklardan biri, Vatikan Papalık Kutsal Kitap Enstitüsü'nde tarih profesörü olan ünlü yazar Malachi Martin'in The Keys of This Blood (Bu Kanın Anahtarları) adlı kitabıdır. Prof. Martin, hümanistlerde açıkça gözlemlenen Kabala etkisini şöyle anlatıyor:

Rönesans İtalyası'nın erken dönemlerinde kendini gösteren alışılmışın dışındaki belirsizlik ve isyan atmosferinde, kurulu düzenin tüm kontrolünü etkisiz hale getirmeyi amaçlayan hümanist derneklerin faaliyetleri başladı. Bu tür amaçlara sahip olduklarından bu dernekler, en azından başlangıç için, gizlilik yoluyla korunmalıydılar. Ancak gizliliğin yanı sıra bu hümanist grupların belirgin bir özellikleri daha vardı; 

bu dernekler Kilise ve diğer otoriteler tarafından yapılmış olan İncil'in geleneksel yorumuna ve Kilisenin sivil ve politik alanda getirdiği felsefi ve dini zorunluluklara başkaldırıyorlardı... Bu cemiyetlerin Kutsal Kitabın orijinal mesajı ile ilgili farklı yorumları vardı. Bu anlayışlarını Kuzey Afrika'da, özellikle Mısır'da bulunan birtakım mezhep ve doğaüstü kaynaklardan alıyorlardı; bunların başında da Yahudi Kabalası geliyordu... İtalyan hümanistleri zamanla Kabala konusunda daha da ileri giderek, Kabala'yı bir yol gösterici olarak kabul ettiler. 

Gnosis (Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde doğmuş ve yine Kabala ile bağlantılı olan metafizik gelenek) kavramını tekrar yorumladılar. Ve bu kavramı, büyük ölçüde bu dünya merkezli hale getirdiler. Yapmak istedikleri şey, Kabala yoluyla, tabiatın gizli güçlerini sosyopolitik amaçlar için kullanmaktı.


Kısacası, o dönemde kurulan hümanist dernekleri, Avrupa'ya hakim olan Katolik kültürün yerine kökenleri Kabala'dan gelen yeni bir kültür yerleştirmek, bu amaca yönelik bir "sosyopolitik değişim" gerçekleştirmek hedefindeydiler. Bu kültürün kaynağında, Kabala'nın yanında, Eski Mısır öğretileri bulunması ise ilginçti. Prof. Martin şöyle yazıyor:


Bu hümanist cemiyetlerin üyeleri, 'Kainatın Ulu Mimarı'nı aradıklarını ve kendini ona adadıklarını söylüyorlardı. 'Kainatın Ulu Mimarı', dört kutsal İbranice harfle yani, YHWH ile tanımlanıyordu... Hümanistler, bunun yanı sıra, piramit ve göz gibi genelde Mısır kaynaklı olan sembolleri de aldılar.35
Hümanistlerin

, günümüz masonluğunda hala kullanılan "Kainatın Ulu Mimarı" kavramını kullanmaları ise oldukça ilginçti. Bu durum, hümanistler ile
masonlar arasında bir ilişki olduğuna işaret ediyordu. Nitekim Prof. Martin bu konuda şunları yazıyor:


Bu arada, Avrupa'nın diğer kuzey bölgelerinde, hümanistlerle paralel olan daha önemli bir birlik oluştu. Hiç kimsenin önemini hemen kavrayamadığı bir birlik... 1300'lerde Kabalist-hümanist cemiyetler kendilerini yeni yeni oluşturmaya başlamışken, İngiltere, İskoçya ve Fransa'da Ortaçağ duvarcı loncaları bulunmaktaydı. Bu loncalar, yavaş yavaş mason locaları haline geldiler. Ve o dönemlerde yaşayan hiç kimse masonlarla İtalyan hümanistler arasında bir fikir birliği olduğunu tahmin edemezdi... Masonluk, hümanistler gibi Roma Katolik Kilisesi'nden tamamen uzaklaştı. Ve yine, İtalyan hümanist mezhebinde olduğu gibi masonlar, kendilerini büyük bir gizlilik prensibi içinde koruyorlardı.

Bu iki grubun başka ortak yönleri de vardı. Spekülatif masonluğa ait yazı ve kayıtlardan İtalyan hümanistlerindeki Kainatın Ulu Mimarı inancının masonlarca da aynen kabul edildiği anlaşılıyordu... Bu 'Ulu Mimar', (Katolik inancından farklı olarak) maddesel evrenin bir parçası ve 'aydınlanmış' düşünce yapısının bir ürünüydü... (Hümanistlerin ve masonların kabul ettiği) bu yeni inancın, klasik Hıristiyan inancı ile uzlaşan hemen hiçbir yönü yoktu. Günah, cehennem, cennet, peygamberler, melekler, rahipler ve Papa gibi pek çok kavram inkar ediliyordu.

Kısacası, Avrupa'da 14. yüzyılda, kökenleri Kabala'ya dayanan hümanist ve masonik bir örgütlenme doğmuştu. Ve bu örgütlenme, Allah'ı Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve İslam'da olduğu gibi, tüm kainatın yaratıcısı, hakimi ve tüm insanların tek Rabbi ve İlahı olarak görmüyordu. Bunun yerine, "Kainatın Ulu Mimarı" gibi farklı bir kavram kullanıyordu ve kastettikleri bu varlık, onlara göre "maddesel evrenin bir parçası"ydı.
Bir başka deyişle, 14. yüzyıl Avrupası'nda ortaya çıkan bu gizli örgütlenme, Allah'ı üstü kapalı olarak inkar ediyor, "Kainatın Ulu Mimarı" kavramı altında, maddi evreni ilah olarak kabul ediyordu.

Bu çarpık inancın daha açık bir tarifini görmek istersek, bir anda 20. yüzyıla uzanabilir ve günümüz masonlarının kendi üyelerine mahsus olarak çıkardıkları yayınlara bakabiliriz. Örneğin en kıdemli Türk masonlarından biri olan Selami Işındağ'ın, genç masonları eğitmek için yazdığı ve 1977 yılında sadece masonlara mahsus olarak yayınlanan Masonluktan Esinlenmeler adlı kitabında, masonların "Evrenin Ulu Mimarı" hakkındaki inancı şöyle anlatılır:

Masonluk Tanrısız değildir. Ama onun benimsediği Tanrı kavramı, dinlerdekinin aynı değildir.Masonlukta Tanrı bir yüce prensiptir. Evrimin son aşaması, doruğudur. 

Öz varlığımızı eleştirerek, kendi kendimizi tanıyarak, bilerek, bilim, akıl ve erdem yolundan yürüdükçe, onunla aramızdaki açı azalabilir. Sonra, onda insanların iyi ya da kötü nitelikleri yoktur. Kişileştirilmemiştir.

Doğanın ve insanların yöneticisi sayılamaz. Evrendeki büyük ve yüce çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarıdır. Evrendeki tüm varlıkların toplamıdır. Herşeyi kapsayan total güçtür, enerjidir. 

Bütün bunlara karşın, onun bir başlangıç olduğu benimsenemez... Büyük bir gizem (sır)dır.
Yine aynı kaynakta, masonların "Kainatın Ulu Mimarı" derken, aslında doğayı kastettikleri, yani "doğaya tapındıkları" şöyle ifade edilir:

Doğa dışında bizi yöneten, düşünü ve davranışlarımızdan sorumlu bir güç olamaz...

Masonik ilke ve öğretiler, temellerinde bilim ve akıl bulunan bilimsel gerçeklerdir. Ekosizmin temel koşulu budur… 

Tanrı salt evrimdir. Bunun bir ögesi de doğanın gücüdür. Böylece salt gerçek de evrenin kendisi ve onu kapsayan enerjidir

Türk masonlarının üyelerine özel yayın organlarından biri olan Mimar Sinan dergisinde ise, aynı masonik felsefe şöyle açıklanır:

Masonik sembollerden bazıları
Evrenin Ulu Mimarı sonsuza doğru bir eğilim demektir. Sonsuza bir gidişi anlatır. Bize göre bir "yaklaşım"dır. Sonsuzluktaki saltığı (absolu/tamlık), mükemmeli, aramak ve tekrar tekrar aramak demektir. Düşünen Masonla, kısacası bilinç'le, yaşanan an arasında bir mesafe oluşuyor.

İşte masonların "biz Allah'a inanıyoruz, aramıza ateist olanları kesinlikle almayız" derken kastettikleri "inanç" budur. Masonluk gerçekte Allah'a değil, kendi felsefesi içinde ilahlaştırdığı "doğa", "evrim", "insanlık" gibi hümanist ve natüralist kavramlara tapınmaktadır.

Nitekim masonik literatürü biraz incelediğimizde, bu örgütün aslında "örgütlü hümanizm"den başka bir şey olmadığı ve amacının tüm dünyada din-dışı, hümanist bir düzen kurmak olduğu ortaya çıkar. 14. yüzyıl Avrupası'nın hümanist derneklerinde doğan fikirler, günümüz masonları tarafından aynen korunmakta ve savunulmaktadır.

MASONİK HÜMANİZM: İNSANA TAPINMA

Masonların kendi üyelerine özgü yayınları, örgütün hümanist felsefesini ve bu felsefe içinde İlahi dinlere karşı duyulan düşmanlığı detaylı olarak tarif ederler. Gerek yabancı gerekse Türk masonlarının yayınlarında bu konuda sayısız denebilecek kadar çok açıklama, yorum, alıntı ve sembolik anlatım vardır.

Hümanizm, başta da belirttiğimiz gibi, insanın kendisini yaratmış olan Allah'tan yüz çevirmesi ve bizzat kendini "evrenin en yüce varlığı" olarak görmesidir. Bu aslında "insana tapınmak" anlamına gelir. 14 ve 15. yüzyıllarda ortaya çıkan Kabalacı hümanistlerden günümüz masonlarına kadar, bu akılsızca inanç devam ettirilmiştir.

14. yüzyılın Kabalacı hümanistlerin en ünlülerinden biri, Pico Della Mirandola'dır. Mirandola'nın Conclusiones adlı çalışması, Papa VIII. Innocent tarafından "inkarcı ve sapkın düşünceler içerdiği" gerekçesiyle 1489 yılında lanetlenmiştir. Çünkü Mirandola, 
"dünyada hiçbir şey, insana hayran olmaktan daha üstün değildir" diye yazmıştır. Kilise, gerçekte "insana tapınma"dan başka bir şey olmayan bu sapkın düşünceyi inkar olarak değerlendirmiştir. Gerçekten bu düşünce inkardır, çünkü asıl hayran olunacak varlık, Allah'tır. İnsan ancak O'nun bir eseri, itaatkar bir kulu ve bir tecellisi olarak değer taşır.

Günümüz masonları ise, Mirandola'nın üstü kapalı olarak ifade ettiği "insana tapınma" olan bu sapkın inancı çok daha açık şekilde ilan ederler. Örneğin Selamet Mahfilinde Üç Konferans adlı yerli bir masonik kitapçıkta şöyle yazılıdır:

"İptidai cemiyetler, acizdiler, aczleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri ilahlaştırdılar.Masonizm ise insanı ilahlaştırdı."

Mason yazar Manly P. Hall tarafından kaleme alınan The Lost Keys of Freemasonry (Masonluğun Kayıp Anahtarları) adlı kitapta ise, söz konusu masonik hümanist doktrinin, kökenleri Eski Mısır'a uzanan bir öğreti olduğu şöyle açıklanır:

İnsan, Mısır'ın mistik efsanelerinde olduğu gibi, inşa halindeki bir tanrıdır, bir çömlekçi kalıbında şekillendirilmektedir. Herşeyi kaldırmaya ve korumaya yönelik ışığı parladığında ise, üçlü bir tanrılık tacı kazanır ve Üstad Masonların safına katılmış olur. Onlar ki, mavi ve altın renkli cübbelerinin içinde, mason locasının üçlü ışığı ile gecenin karanlığını söndürmeyi hedeflemektedirler.

Yani masonların batıl inancına göre, insan bir ilahtır, ama ancak üstad mason olduğunda bu payeye gerçekten erişir. Üstad mason olmanın yolu ise, Allah'a inanmaktan ve O'nun kulu olma şuurundan tamamen uzaklaşmaktan geçmektedir. Bu gerçek, bir başka araştırmacı, J. D. Buck'ın Mystic Masonry (Mistik Masonluk) adlı kitabında şöyle özetlenir:
"Masonluğun kabul ettiği tek kişisel tanrı, insanlığın bütünüdür... Dolayısıyla insanlık kavramı, masonluktaki tek geçerli tanrıdır."

Görüldüğü gibi masonluk bir tür dindir. Ama bu din, İlahi bir din değil, hümanist ve dolayısıyla batıl bir dindir; Allah'a değil, insanın bizzat kendisine tapınmayı emretmektedir. Masonik kaynaklar bunu ısrarla vurgularlar. Türk Mason dergisindeki bir yazıda, "Hep takdir ediyoruz ki, masonluğun yüksek ideali 'Humanisme' doktrini içindedir" denir.43 Bu doktrinin bir din olduğu da yine Türk masonlarına ait bir kaynakta şöyle açıklanır:
Katı bir şekilde vaaz edilmiş dinsel dogmalardan uzak ve fakat hakiki bir din ve böylece hayatın manası içinde kök salmış olan hümanizmamız gençlerin farkında olmadıkları özlemlerini karşılayacaktır.

Peki masonlar, inandıkları bu batıl dine nasıl hizmet etmektedirler? Bunu görmek için, masonların topluma verdikleri mesajların anlamını biraz daha yakından incelemek gerekir.

HÜMANİST AHLAK TEORİSİ

Günümüzde masonlar, hem Türkiye'de hem de dünyada, kendilerini topluma tanıtma ve anlatma yönünde bir çaba içindedirler. Basın toplantıları, internet siteleri, hatta gazete ilanları ve demeçler yoluyla, "aslında sadece toplumun iyiliği için çalışan" bir kurum olduklarını anlatmaktadırlar. Bazı ülkelerde masonların destekledikleri hayır kurumları dahi vardır.

Aynı söylem, masonluğun daha hafif ve serbest versiyonları olarak kabul edilen Rotary ve Lions kulüpleri gibi kuruluşlar tarafından da kullanılır. Tüm bu örgütlerde "toplumun iyiliği için çalışma" kavramına özel bir vurgu yapılmaktadır.

Kuşkusuz "toplumun iyiliği için çalışmak" kötü bir kavram değildir ve bizim de buna getirdiğimiz bir itiraz yoktur. Ancak bu kavramın altında, örtülü ama son derece önemli bir mesaj yatmaktadır. 
Masonlar, "din olmadan da insanların ahlaklı olabileceği, din olmadan da ahlaklı bir dünya kurulabileceği" iddiasındadırlar ve verdikleri tüm "hayırseverlik" mesajlarının altında bu fikri topluma yayma niyeti yatmaktadır.

Bu iddianın neden son derece aldatıcı olduğunu birazdan inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, masonların bu konudaki görüşlerine bakmakta yarar vardır. Masonların internet sitesinde, söz konusu "dinsiz ahlak" kavramı şöyle izah edilir:

İnsan nedir? Nereden gelip nereye gidiyor?.. İnsan nasıl yaşıyor? Nasıl yaşaması lâzımdır?
Bu suallere, dinler, koymuş oldukları ahlâk prensipleri ile cevap vermeye çalışırlar. Fakat prensiplerini, Allah, cennet, cehennem, ibadet gibi, metafizik kavramlara bağlarlar. İnsanların ise, anlamadan inanmalarını gerektiren metafizik problemlere gitmeden, hayat prensiplerini bulabilmeleri lâzımdır. Masonluk bu prensipleri, hürriyet, eşitlik, kardeşlik, çalışma ve barış sevgisi, demokrasi vb. olarak, asırlardan beri beyan etmektedir. Bunlar, insanı, dinî akidelerinde tamamen serbest bırakmakta fakat, yine de bir hayat felsefesi verebilmektedir. Temellerini ise, metafizik kavramlarda değil, bu dünya üzerinde yaşayan olgun insanın kendisinde aramaktadır.

Bu mantık içindeki masonlar, bir insanın Allah'a inandığı için, O'nun rızasını kazanmak amacıyla bir hayır işi yapmasına kesinlikle karşıdırlar. Onlara göre herşey, sadece "insanlık" için yapılmalıdır. Mason Derneği Yayınları'nca çıkarılan, masonlara özel Üçüncü Derece Ritüelinin İncelenmesi adlı kitapta bu zihniyeti açıkça görmek mümkündür:
Masonik ahlak, herşeyden önce insanlık sevgisine dayanır. Bir kişiden, dinsel ya da siyasal bir kuruluştan, doğa dışı bilinmez güçlerden korkarak gelecek, yarar, ödüllenme, cennet... umarak iyi olmayı kesinlikle yadsır... 

Ama bütün iyiliği aile, yurt, insan ve insanlık sevgisiyle yapanları, yalnız bu duygularla iyi olanları benimser ve yüceltir. Masonluk evriminin en önemli amaçlarından biri budur. İnsanları sevmek ve bir şey beklemeden iyi olmak, bu aşamaya erişmek çok büyük bir evrimdir.

Bu alıntıdaki iddialar son derece aldatıcıdır. Din ahlakı olmayan bir yerde millet, yurt, aile sevgisi gibi kavramlar yaşanamaz. Yaşanıyor görünse de, aslında sahte bir sevgi ve bağlılık vardır. Din ahlakını yaşamayan insanlar Allah korkusu da olmayan insanlardır ve Allah korkusunun olmadığı bir ortamda yalnızca insanların kendi çıkar endişeleri kalır. 

İnsanlar kendi çıkarlarına bir zarar geleceğini düşünürlerse sevgi, sadakat, bağlılık göstermezler. Ancak bir fayda sağlayabilecekleri insanlara sevgi ve saygı duyarlar. Çünkü kendi sapkın inançlarına göre dünyaya bir kez gelmişlerdir ve burada ne kadar fayda sağlayabilirlerse, o kadar karlı olacaklardır. Üstelik bu batıl inanışlarına göre, dünyada yaptıkları hiçbir sahtekarlık ve kötülük cezasını bulmayacaktır.

Masonik literatür bu gerçeği gizlemeye çalışan sözde ahlak vaazları ile doludur. Ama gerçekte bu "dinsiz ahlak" tamamen göstermelik ve sahtedir. Tarih, dinin insan ruhuna kazandırdığı gerçek terbiye ve Allah'ın yol gösterici hükümleri olmadıktan sonra, hiçbir surette gerçek bir ahlak kurulamayacağını kanıtlayan örneklerle doludur.

Bunun çok çarpıcı bir göstergesi, 1789'daki Büyük Fransız Devrimi'dir. Devrimi hazırlayan masonlar, "özgürlük, kardeşlik, eşitlik" gibi görünürde ahlaki kavramlar çağrıştıran sloganlarla ortaya çıkmışlar, ama on binlerce insanı suçsuz yere giyotine yollamışlar, ülkeyi kan gölüne çevirmişlerdir. Devrimin liderleri dahi bu vahşetten kurtulamamış, birbiri ardına giyotine gönderilmişlerdir.

19. yüzyılda yine "dinsiz ahlak" düşüncesiyle yola çıkan sosyalizm, daha da korkunç sonuçlar meydana getirmiştir. Sözde adaleti, eşitliği, sömürüsüz bir toplumu savunan ve bu amaçla da dinin yok edilmesi gerektiğini ileri süren sosyalizm, 20. yüzyılda Sovyetler Birliği, Doğu Bloku, Çin, Hindiçini, Afrika, Orta Amerika gibi pek çok coğrafyada insanlara korkunç acılar yaşatmıştır. Komünist rejimlerin katlettiği insan sayısı 120 milyon gibi inanılması güç bir rakamı bulmaktadır.

Dahası, komünist rejimlerde hiçbir zaman iddia edildiği gibi adalet ve eşitlik kurulmamış, devlete hakim olan komünist kadrolar ayrıcalıklı sınıf haline gelmişlerdir. (Yugoslav düşünür Milovan Djilas, Yeni Sınıf adlı klasikleşmiş
kitabında, "nomenklatura" olarak bilinen komünist kadroların, sosyalizmin iddialarının tam aksi yönünde bir "imtiyazlı sınıf" oluşturduğunu çok iyi anlatır.)